20 Ocak 2009 Salı

KAYIP TRİLYON TAKINTISI

Anayasa Mahkemesi, CHP tarafından Siyasi Partiler Yasasına (SPY) aykırı kullanıldığı saptanan 980 bin 527 YTLlik meblağın Hazineye geri ödenmesine hükmetti. 2004 yılında bir televizyon kanalına sözleşmeye uygun olmamak suretiyle ödenen 50 bin YTLnin de Hazineye devrine karar verildi. Hatırlanırsa Refah Partisince usulsüz harcandığı iddia edilen miktar da CHPninkine eşitti.

Anayasa Mahkemesi, CHPnin 1998 yılına ait kesin hesap incelemesinde, posta işletmesi alındıları üzerinde yapılan tahrifat yoluyla gider gösterilen 35 milyar 386 milyon 533 bin 328 lira tutarındaki parti mal varlığının Hazineye gelir kaydedilmesine ve sorumlular hakkında Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulmasına karar verdi. Anayasa Mahkemesinin, CHPnin 1998, 2004, 2005 ve 2006 yıllarına ait mali denetim kararları Resmi Gazetede yayımlanıp sonuçları gösterildi.

2820 sayılı Yasanın 70. maddesinde; Bir siyasi partinin bütün giderleri, o siyasi parti tüzel kişiliği adına yapılır hükmünün yer aldığı anımsatılan kararda, 21 Aralık 1998 tarih ve 527 numaralı yevmiye ile Erdem Elektronik Ltd. Şirketine, bir açıklama yapılmaksızın ve gerekçe gösterilmeksizin fatura aslı yerine, ilgili firma tarafından onaylanmamış fotokopisine dayanılarak 1 milyar 648 milyon 985 bin lira ödeme yapıldığının görüldüğü kaydedildi. 2820 sayılı Yasanın 70. maddesinde beş bin liraya kadar olan harcamaların makbuz veya fatura gibi bir belge ile tevsik edilmesi zorunlu olmadığı belirtildiğinden bu miktarı aşan harcamaların makbuz veya fatura gibi geçerli bir kanıtlayıcı belgeye dayanması gerektiği anımsatılan kararda, bu nedenle, bir gerekçe olmaksızın fatura fotokopisine dayanılarak kaydedilen giderin, Kanunun öngördüğü anlamda belgeye dayandırılmış olduğunun kabul edilmediği bildirildi. Kararda, seyahat harcamalarından parti adına yapıldığını gösteren bilgi ve belge bulunmayan 147 milyon 100 bin liralık kısmının, parti amaçlarına uygun ve parti tüzel kişiliği adına yapılmış bir harcama olarak kabul edilmediği belirtildi.

Parti görevlilerinin yurt dışı seyahatleri sırasında yaptıkları bahşiş ödemelerinin gider yazıldığının görüldüğü ifade edilen kararda, "bu ödemeler belgesizdir" denilerek gider makbuzları ile yapılmış ve gider makbuzlarını da ödeme yapılan kişilerin değil seyahati yapan Parti görevlilerinin imzaladığına dikkat çekilmişti. Almanya, Hollanda, İtalya ve Belçika seyahatlerinde verilen 35 milyon 349 bin 800 lira tutarındaki bahşişin gider yazılamayacağı ifade edildi.

Telgraf alındıları üzerinde tahrifat yapılıyordu

Parti hesabına gider kaydedilen telgraf ücretlerine ait telgraf alındıları üzerinde tahrifat yapılarak, çekilen telgraflar karşılığı ödenmesi gereken tutardan daha fazla gider kaydedildiğinin görüldüğü belirtilen kararda, Posta İşletmeleri Genel Müdürlüğünden alınan belgelere göre, tahrifat yoluyla arttırılmış tutarların gider yazıldığı ve bunun sonucunda toplam 33 milyar 456 milyon 120 bin liranın alınan hizmet karşılığı olmaksızın gerçek dışı gider kaydedildiğinin anlaşıldığına işaret edildi. Yüksek Mahkeme, 2820 sayılı Yasanın 70. maddesine uygun olarak yapılmayan toplam 35 milyar 386 milyon 533 bin 328 lira gider karşılığı parti mal varlığının Hazineye gelir kaydedilmesine karar verdi. Mahkeme, resmi belge niteliğindeki Posta İşletmesi alındıları üzerinde tahrifat yaparak Partiyi zarara uğratan sorumlular hakkında Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulması gerektiği sonucuna da erişti.

Sonuç: Eğer yargı bağımsızlığı ve adaleti varsa, eğer hukuk devleti varsa;

  • Ya CHP de aynı şekilde ve aynı mahkemelerce yargılanıp kapatılacak ve Deniz Baykal hapsi boylayacak...
  • Veya Erbakan Hocada, CHPye uygulanacak prosedüre tabi tutulup, bu haksız ve dayanaksız mahkumiyetten kurtulup aklanacak!.

İlhan Selçuk gibi sahte sosyalist ve Kemalist, ama gerçekte sabataist ve mason olup, MOSSAD ve CIA destekli Ergenekon çetesinin zanlısı olan zavallıların ve Fatih Altaylı gibi zırvacıların, "Kayıp trilyon teranesi" bahanesiyle Erbakana sataşmaları, sadece Hocanın şerefini artırır ve hangi şeytani kesimlerin çıbanlarını deştiğinin ispatıdır. Bu aynı zamanda Refah-Yol döneminde sömürü hortumları kesilen kesimlerin bir intikam hırsıdır.

ABDden yazan Zülkarneyn Vardar, bozulmamış vicdanlara tercümanlık ediyordu:

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, bu yazıyı Sayın Erbakanı korumak veya savunmak için kaleme almıyorum. Zaten Sayın Erbakanın da buna ihtiyacı yoktur. Ama ben yapılan haksızlık ve adaletsizliklere -kime yapılırsa yapılsın- ses çıkarmaya ve elimden geldiğince gündeme taşımaya kendimi zorunlu hissediyorum.

Bunun için; zulüm ve haksızlığa nereden gelirse gelsin karşı çıkmayı, mağdurlara -imkânlarımız dahilinde- yardımcı olmayı, boynumuzun borcu biliyorum!

Şimdi buyurun yazımıza!

Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül, Sayın Erbakanın haksız yere çekmekte olduğu ev hapsi cezasına son vererek, Sayın Erbakanın maruz kaldığı büyük adaletsizliğin küçük bir kısmına dur demiştir!

Tabi-i ki Sayın Cumhurbaşkanına teşekkür ediyoruz, ama bu yapılan, yapılması gerekenler için bir ilk adım kabul edilmelidir!

Çünkü:

Sayın Erbakan af edilmemiştir, çünkü o böyle bir suç işlememiştir, sadece kendisine yapılan haksızlığın bir kısmı şimdilik önlenip giderilmiştir.

Bazı gazetelere yansıdığı biçimde sayın Erbakanın cezası af edilmemiştir! Erbakan böyle bir suç işlememiştir ki, cezası af yoluna gidilsin. Ama maalesef pek çok gazete olayı Cumhurbaşkanının affı olarak lanse etmişlerdir! Bunları yazıp çizmek, söylemek zımnen Sayın Erbakanı suçlu gösterme gayretidir. Yani hasta ve ihtiyar olmasa cezasını çeksin! Anlamında yazılıp çizilmektedir. Yahu ne cezası? Ne suçu? Onun için Sayın Cumhurbaşkanının yapmış olduğu hareketi bir af olarak görülmemelidir. Sadece, Sayın Erbakana yapılan haksızlığın küçük bir bölümüne dur denmiştir. "Yapılan büyük haksızlığın, küçük bir bölümü" diyorum, çünkü yapılması gereken daha çok şey vardır ve adalet tecelli edecektir.

Sayın Cumhurbaşkanının bu yaptığı bir vefa da değildir! Ve hele AKPlilerin sözlüğünden vefa kelimesi zaten silinmiştir.

Bazıları Sayın Gülün bu davranışını "Erbakan Hocaya karşı bir vefa borcu ödemesi" şeklinde takdim etmektedir.

Oysa:

a) Yapılan bir haksızlığa dur demek vefa değil, mecburi bir insanlık görevidir.

b) Eğer bunu bir af olarak değerlendirecekseniz: eski Cumhurbaşkanı Sayın Sezer de Erbakanın cezasını af edebileceğini söylediği halde, Hoca bunu kabul etmemiştir. Daha önceki Cumhurbaşkanının yapmak istediği bir işi, şimdiki Cumhurbaşkanı yapınca nasıl "vefa"ya dönüşmektedir?

Kaldı ki, bir vefa söz konusuysa, o vefanın şerefi Erbakan Hocaya aittir. Çünkü Sayın Sezerin teklifini kabul etmeyip, Sayın Gülün teklifini kabul etmekle, kendisine iltifat etmiştir! Hem de bu iltifat, İlahi intikamı çabuklaştıracak cinstendir.

c) Şimdi Erbakan Hoca için yapılması gereken en önemli vicdani görev: sürülen bu kara lekeyi, onu sürenlerin bir an önce temizlemeleridir! Bu bir iade-i itibar olacaktır! Yanlış anlaşılmasın, bu iade-i itibar Erbakan Hoca için değil, o lekeleri Ona sürenler için lazımdır. Çünkü Erbakanın itibarı hiç sarsılmamıştır! Ama Ona o iftirayı atanlar, o çamuru fırlatanlar yanlış yapmıştır. İşte o hatalarından dönmekle kendi itibarlarını kazanacaklardır! Yoksa Sayın Erbakanın şerefli itibarı ortadadır ve o iftiralarla, yalan yaftalarla bozulmayacak kadar sağlamdır. Tıpkı altın gibi. Altını çamura da atsanız, ona çamur da fırlatsanız altın, yine altındır.. Ama altını çamura atanlar, altına çamur fırlatanlar, onlar altının değerini, bilmediklerine pişman olacaktır. Ve onlar, -ellerinde ki nimetin kıymetini bilmeyenler- hakkın ve halkın gözünde değerleri sorgulananlardır! Onlar için tek kurtuluş; altına gereken değeri verip, çamurunu silip yıkamaktır. O zaman kendileri de değer bilen kadirşinas insanların sınıfına katılacaktır. Yoksa Erbakan Hoca vicdanen de, ruhen de oldukça rahattır. Çünkü O, hayat boyu Hakkın hakimiyeti ve halkın saadeti için çırpınmış tek başına tüm şer odaklarına inançla ve inatla savaş açmış; ve umuyoruz, büyük zafer sabahına da oldukça yaklaşmıştır!10[1]

Türkiyemizi en az elli yıl geri götüren; ülkemizi ABD, AB ve İsraile mahkûm hale getiren ve şu AKP denen talihsizliği başımıza bela eden, 28 Şubatın çok çevik paşalarından pek cıvık maşalarına, marazlı medya patronlarından, ılımlı İslamcı münafıklarına ve bütün bunların ve konjonktürel baskıların altında hukuk kurallarını ve temel insan haklarını bırakıp, vicdanının değil cüzdanının sesine kulak asanlara kadar, pek çok kesimin ve kimsenin böyle bir iade-i itibara ihtiyacı vardır.

Kahpeleri Kahraman Gösterenler, Fatih Altaylıdan ve Bugün Gazetesi "Erbakan: Nerde Kalmıştık?" Yazarı Cemal Uşşak İsimli İktidar Uşağından Daha Bayağı Duruma Düşüyordu

Bu arada, Erbakan Hocanın:

"AKPliler Milli Görüş Çizgisindedir ve Erbakan Hocayla irtibat halindedir diyenler, beni onların günahına ortak etmektedir."

"AKPliler, hidayetleri kararmış kimselerdir."

"Bunların sadece kendileri değil, hatta yedi sülalesi ömür boyu alınlarını secdeden kaldırmasa bile, şu Irakta ortak oldukları cinayetlerin kefaretini ödemeye yetmeyecektir."

"AKP, ülkemizdeki ve bölgemizdeki sorunların, her türlü haksız ve yanlışlıkların çaresi değil, tam aksine sebebi ve gübresidir."

"Bunlar Bizansın çocuklarıdır" ifadesini biraz ağır bulanlara:

"Hayır onlar için bu bile hafiftir. Aslında Siyonist Yahudilerin hizmetçileri demek daha yerindedir!" anlamındaki kanaat ve tespitlerini, hem de yüz binlerin katıldığı mitinglerde söylemişken ve bunların onlarca örneğini göstermek mümkünken...

Haksız ve dayanaksız ev hapsinin cumhurbaşkanınca kaldırılması münasebetiyle yöneltilen;

"Sizi affedenleri siz de affedecek misiniz?" Sorusu üzerine:

"Onlar her zaman bizim kardeşlerimiz, talebelerimiz, evlatlarımızdır!" şeklindeki yanıtını kendilerine delil gösterip;

"Bak biz haklıymışız. AKP Milli Görüşün devamıdır ve Hocanın kontrolündedir. AKPliler haklı ve hayırlı yoldadır" demeye getiren zavallı zırvacılara sormak lazım.

Peki, yukarıda sıraladığımız sözleri Erbakan Hoca, hem kendi camiasını, hem bütün halkımızı aldatmak için, haşa yanlış mı söylemişti?

Bunlar; ev hapsinin kaldırılmasıyla ilgili, "Onlar her zaman bizim kardeşlerimiz, talebelerimiz, evlatlarımızdır" yanıtının, "Kapıldıkları yanlışlıklardan ve Siyonist uşaklığından vazgeçmelerini, tekrar Hakka ve hayra yönelmelerini temenni ve dua ederiz" anlamında ve kötü kasıtlı soruları savma kapsamında genel bir nezaket ifadesi olduğunu anlamayacak kadar feraset fakirimiydi?

Yoksa "Hain haini sever" cinsinden fıtri bir tarafgirlik miydi?

Madem öyle ise, şu ikiyüzlülüğü bırakıp, mertçe AKPli olduklarını söylemekten niye çekinilmekteydi?

Ve kendilerinin Recep Tayyip hayranı ve koyu AKP taraftarı olduklarını söyleyenlere niye hücum edilmekteydi?

Ve hele, Hocayı affedilecek konumda göstermek ve AKPlilerin akrepliğini büyük bir fazilet gibi sunup sevinmek...

Yedi yıldır; "Partilerin hesapları Anayasa mahkemesince denetlenir" diyen yasaya, yanlış yorumlanmasının önünü kapatmak ve Erbakan Hocaya verilen cezayı yok hükmüne sokmak üzere: "Kapatılsa dahi..." şeklinde iki kelimeyi özellikle ve kahpelikle koymayanları kahraman ilan etmek...

Üstelik, "evrakta sahtecilikle zimmetine para geçirme suçlaması, siyaset yapma yasağı ve oturduğu eve kadar her şeyin hacizli tutulması" gibi izzetine aykırı eziyetler hala sürerken; güya bunların Hocayı affettiklerini söyleyip sahiplenmek, nasıl bir ruh sefaletiydi!?.

Ey, Ulusal kanalda birkaç programa katılıp gerçekleri konuştuk diye, hala bizi Ergenekonla ilişkilendirmek isteyen kahbecikler!...

İşçi Partisi Genel Başkan yardımcısı Mehmet Bedri Gültekin, yıllarca sizin sürekli yazarınız değilmiydi?

"Recebi kahraman, gören ayarsız

Hıyanet, zillete; zulme duyarsız

Ey fasıka yandaş, mümine arsız

Zanna değil, biz Fermana bağlıyız!.

Kelam-ı Kadimsiz, kemal olur mu?

Kahbede onurlu, cemal olur mu?

Su-i misal, asla; emsal olur mu?

Hiç şaşmayan, bir mizana bağlıyız!




http://www.necmettinerbakan.org/sorucevap2.asp?id=109

Kayıp Trilyon Bir Yalan

Kayıp Trilyon Bir Yalan




SP Genel Başkan Yardımcısı ve Adalet eski Bakanı
Şevket Kazan kararın detaylarını ,
yargılama sürecinde yaşananları
ve diğer gerçekleri anlattı.


- Efendim, Yargıtay kararı onayladıktan sonra Sayın Erbakan adına ‘Herşeyin hukuk içinde düzeltileceğine’ ilişkin çok kısa bir değerlendirme yapıldı. Ardından siz de ‘Susuyoruz, ama bu suçu kabul ettiğimiz anlamına gelmemeli’ demiştiniz. Niçin karara karşı böyle bir tavır takındınız?


- Şunu hemen söyleyeyim. Bundan bir süre önce benim basına bir açıklamam olmuştu. O açıklamada demiştim ki, bu suçlamalar karşısında susuyoruz; ama, bizim suskunluğumuz, suçu kabul ettiğimiz anlamına gelmemeli. Biz, bir hukuk hatası var, bir adlî hata var, vahim bir hata var; bu hatanın Yargıtayda, yargının kendi mekanizması içerisinde çözümlenmesini bekliyoruz. Çözümlendiği takdirde, bundan, hem biz memnun oluruz hem Türkiye huzur duyar; ama, bu mesele yargı mekanizması içerisinde çözümlenmezse, o zaman, biz, ister istemez, suçlamanın ağırlığı karşısında, dosya içerisindeki belgeleri kamuoyuna açıklarız; bundan yargı yara alırsa, o zaman, kusurlu biz sayılamayız.


Şimdi, bildiğiniz gibi, mahkemelere gittiğimizde, hâkimlerin başlarının üzerinde “adalet mülkün temelidir” diye bir levhanın asılı olduğunu görürüz. İnsanlar, zaman zaman hâkim huzuruna çıkıp hesap verirler; ya beraat ederler ya mahkûm olurlar. Bu gibi hallerde yargılamayı yapan hâkimin gerçeklerin ortaya konulmasına yardımcı olması ve karar verirken de, karşısında olan kişi birtakım görüş farklılıkları taşıyor diye ona farklı muamele yapmaması gerekir.


Anayasa, 2. maddesinde, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” 69 uncu maddesinde de “siyasî partiler, demokratik hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır” demiş. Derneklerden çok farklı ve çok daha güvenceli bir statüye sahip kılmış siyasî partileri. Anayasanın 69 uncu maddesi siyasî partileri bir güvenceye daha sahip kılmış “siyasî partilerin malî denetimleri Anayasa Mahkemesi tarafından yapılır” demiş. Hatta, 1995 yılında anayasa değişikliği yapılırken, anayasada “Anayasa Mahkemesi bir siyasî partinin hesaplarını incelerken, Sayıştay denetçilerinden ve Maliye uzmanlarından istifade eder” hükmü varken, maliye uzmanlarını çerçevenin dışına çıkarmış. Neden; çünkü, o Maliye uzmanları, olur ki, bir inceleme sırasında, iktidarda olmayan, bir siyasî partiye başka gözle bakabilir, başka türlü yorumlarda bulunabilir diye. Bütün bunlar, siyasî partilerin denetimlerinin güvencesi.


Ortada trilyon diye bir şey yok


- Bu güvencelere rağmen Refah Partisi mali hesaplarıyla ilgili davaya Anayasa Mahkemesi yerine 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nde bakılıyor. Gerçekten ortada iddia edildiği gibi kaybolan trilyon veya herhangi bir miktarda para var mı?


- Refah Partisinin 1997 hesaplarıyla ilgili iddialara gelince. Ortalık yerde trilyonlar, trilyonlar, deniliyor. Bir defa, ortada trilyonlar yok. İlk açıklayacağımız husus budur.


Siyasi partilerin 1997 yılı hesapları incelenmiş, belgeleri işte burada. Anavatan Partisi bu yıl içinde 1 trilyon 308 milyar lira harcamış Anayasa Mahkemesi tarafından bu hesap onaylanmış. Aynı yıl Doğru Yol Partisi 1 trilyon 566 milyar lira harcamış. Anayasa Mahkemesi onun hesabını da onaylanmış.


Refah Partisinin 1997 yılı hesapları, parti kesin hesabın verileceği tarihten altı ay önce kapatılmış olduğundan Anayasa Mahkemesine verilememiş. Bilindiği gibi, 1998 yılının Ocak ayında kapatıldık biz. Kapatılma kararının arkasından Maliye Bakanlığı da, tasfiye işlemlerine başlamış. Tasfiye işlemi kapatılan bir siyasî partinin mevcut olan malvarlığının tespit edilip hazineye devredilmesinden ibaret bir işlemdir. İşte burada, Maliye uzmanları, görevleri olmayan bir alana el atmışlar. Ne yapmışlar; Refah Partisinin hesaplarını da incelemeye kalkmışlar ve incelemeler sonunda da, partinin 1997 yılında 869 milyar 300 milyon liralık bir harcama yapıldığını tespit etmişler, hem de on dört ayda. ...


- ANAP ve DYP’nin harcamalarına göre RP’nin harcadığı belirtilen rakam normal mi?


- Şimdi, bakınız, ANAP’ın 130 , DYP’nin 130 , bizim 160 milletvekilimiz var. Bizim, kendi hesaplarımızla ilgili ortada hiçbir belgemiz olmasaydı da ne kadar para harcadığımız, harcamamız gerektiği konusunda bir bilirkişi incelemesi yapsalardı, emsal yoluyla gittikleri takdirde şu tabloya baktığımız zaman, bizim 2 trilyon lira para harcamamız gerektiği sonucuna varırlardı... Ama, buna gerek yok; çünkü, kendi yaptıkları hesaplarda, 869 milyar 300 milyon lira harcanmış, hem de 14 ayda harcanan para bu.


- Ama bu para aslında harcanmadı, harcanmış gibi gösterildi diye iddia ediliyor?


- Evet, hal böyleyken, diyorlar ki, efendim, bu parti hakkında bir kapatma davası açıldı 1997 yılının mayıs ayında; bu parti, bu kapatma davasının arkasından hazineden kendilerine intikal eden parayı kaçırdı yani, bu parayı harcamadığı halde harcamış gibi gösterdi; iddia bu.


Hatta, daha da ileri gidiyorlar. Zannediyorum, ikinci veya üçüncü duruşmadaydı, mahkeme başkanı avukatlarımıza karşı bir çıkış yaptı “bu trilyonlar, niye bunları bankalardan göndermiyorsunuz da, trilyonlar çantada mı gidiyor” dedi. Tabiî, dosyayı incelememiş, ortada trilyon yok. Demin gösterdiğim gibi, 869 milyar paranın hesabı söz konusu.


Maliye raporunda her şey ortada


- Peki bu paralar nasıl harcandı? Gelir makbuzu, harcama faturası gibi belgeler hiç mi yok?


- Trilyonların çantada gitmesine gelince, 869 milyar çantada gitmiyor ki. Maliye Raporunda da açıkça görüldüğü gibi, 1997 yılının başından yani, ocak ayından itibaren yıl sonuna kadar gönderilen paraların yekunu 869 milyar. Bunlar da 2’şer milyar, 3’er milyar, 5’er milyar, 4 milyar 300 milyon, 2 milyar 900 milyon, böyle peyderpey verilmiş. Şimdi, bu miktar bir paranın bir çantada kolaylıkla taşınabileceğinin hâkim tarafından takdir edilmesi lazım; hayır, hâkim, bu detayları okumuyor ki. Maliye raporunun içinde; hangi tarihte, hangi ile ne kadar verilmiş belli. Küçücük bir çantaya korsunuz parayı, alırsınız götürürsünüz. Ben, şu anda bond çantamın içine 60 milyar parayı koyup, rahatlıkla götürürüm; sorun değil; ama, böyle düşünülmüyor. Bir hâkim, bir mahkeme heyeti, orada oturuyor, davaya gerçek yönüyle bakmıyor.


- Ortada bir belli bir maksat mı var?


- Böyle bir dava, Maliye uzmanlarının yetkisiz olarak incelemeleri neticesinde, biraz da o tarihteki Maliye Bakanı Zekeriya Temizel’in maksatlı tutumu ve Vural Savaş’la olan yakın ilişkileri sonucu ortaya çıkıyor. Hatırlarsınız 2002 seçimlerinde her ikisi de DSP’den aday oldular. Maliye Bakanlığının hazırlamış olduğu bu rapor otomatikman Vural Savaş’a gönderiliyor. Halbuki, Maliyenin hazırlamış olduğu bu rapor doğrudan doğruya Anayasa Mahkemesine gönderilmesi gerekirken Vural Savaş’a gönderiliyor.


23.7.1998 tarihli bu malî raporda, sonuç kısmında deniliyor ki, bu hesaplardan dolayı sorumlu olan kişi, Partinin malî işlerinden sorumlu genel başkan yardımcısı Rıza Ulucak Beydir. Yine yapılan incelemelerde şu 17 ilde usulsüzlükler, yolsuzluklar görülmüştür; denilerek Rıza Ulucak ile bu 17 il hakkında gerekli tahkikat yapılmalı, dava açılmalıdır deniliyor. Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, Maliye Bakanlığının raporu önüne gelince, diyor ki, hayır, sadece bunlar hakkında dava açılması yetmez. Ne olacak; Rıza Ulucak’ın yanına Necmettin Erbakan ile başkanlık divanında kimler varsa, hepsini ayrıca bu 17 il de yetmez, bütün illeri dahil edeceksiniz.


- Peki Başsavcı’nın bu davranışı yasalara ve hukuka aykırı mı?
- Şimdi, ceza hukukunun belli prensipleri var. Bunlardan birisi de suç ve cezanın şahsiliğidir. Bir başsavcının bu şekilde hareket etmesi, her şeyden önce, kendisine anayasanın ve yasaların koyduğu kırmızı çizgileri aşması demektir; ve bu da böylece yapılmıştır.




Temizel’in maksatlı tavrı


- Zekeriya Temizel mi özellikle bu işin üzerine gidiyor?


- Hatırlayacaksınız, Refah Partisi kapatıldığı , 16 Ocakta karar ilan edildiği zaman, biraz da fevrî duygularla olsa gerek, Sayın Ecevit’in bir sözü olmuştu “bunların partisini kapatmak yetmez; ya, bunların kökünün kurutulması lazım.” Zekeriya Temizel de, âdeta genel başkanının bu ifadelerine çanak tutar vaziyette bu yollara başvuruyor.


- 9. Ağır Cezada, davanın görüşülmesine başlandıktan sonra siz siyasi partilerin hesaplarının Anayasa Mahkemesi tarafından görüleceğine ilişkin bir yasal ve hukuki zorunluluk olduğunu ortaya koydunuz mu?


- Bu dava açıldığı zaman, biz, mahkemenin önüne çıkıyor ve önce diyoruz ki, siyasî partilerin hesaplarını ancak Anayasa Mahkemesi inceler. Anayasa Mahkemesi incelemeden ve Anayasa Mahkemesi hesap incelemeleri sonunda şu suçludur diye suç duyurusunda bulunmadan böyle bir dava açılamaz. İlk savunmamız bu. Biz, bu ifadede bulunurken, aynı zamanda, dosya içinde bir belgeye de dayanıyoruz.


Diyoruz ki, bakın, bu dosya içerisinde Maliye Bakanlığının Millî Emlak Genel Müdürlüğü’nün bir yazısı var. Millî Emlak Genel Müdürlüğü Maliye Bakanlığının Başhukuk Müşavirliğine bir yazı göndermiş. Göndermiş olduğu yazıda “parti yetkilileri hakkında ancak ve ancak Anayasa Mahkemesi tarafından inceleme yapıldıktan sonra dava açılabilir” deniliyor. Buyurun, bu, Maliye Bakanlığı Millî Emlak Genel Müdürlüğünün yazısı. Bu beyanlarımızı mahkeme dikkate almıyor.


İşleri tıkırında yürütüyorlar


- Mahkemenin tavrı ne yönde oluyor?
-Mahkeme diyor ki, parti kapatılmış olduğuna göre, biz, bu davayı açarız. Biz de onlara diyoruz ki, kapatılmış olsa bile açamazsınız ve bir de emsal Anayasa Mahkemesi kararı sunuyoruz mahkemeye. Bu karar, kapatılan Halk Partisinin 1989 hesaplarıyla ilgili bir karar. Bu kararda, kapatılan bir partinin hesaplarının Anayasa Mahkemesi tarafından incelenip incelenemeyeceği tartışılırken, sonunda, hesapların incelenmesine karar veriliyor ve hesap inceleniyor.


İki üye karara muhalefet şerhi koyuyor. Yani, iki üye, kapatılmış olan bir siyasî partinin hesaplarını Anayasa Mahkemesi inceleyemez diyor; kimler bu üyeler, Yılmaz Ali Efendioğulları ile Güven Dinçer. Bu ikisi karara muhalif; ama, bu, bir Anayasa Mahkemesi kararı.


Anayasanın açık hükmü, Anayasa Mahkemesi kararları, yasamayı, yürütmeyi, yargıyı bağlar. Davaya bakan 9. Ağır Ceza Mahkemesi de bir yargı organı olduğuna göre, Anayasa Mahkemesinin bu kararıyla onun da bağlı olması lazım.


Biz bununla yetinmiyoruz, mahkemeden bu konuda bir bilirkişi incelemesi yaptırmasını istiyoruz. Mahkeme, üç kişilik bir bilirkişi heyetinin teşkiline karar veriyor, ara karar var; ama, gidiyor, bir kişiyi bilirkişi yapıyor. Kimi; şu Anayasa Mahkemesi kararına muhalefet şerhi koyan Yılmaz Ali Efendioğulları’nı !


İşte bu da, Yılmaz Ali Efendioğlulları’nın mahkemeye sunduğu rapor. Yılmaz Ali Efendioğulları’nın raporunda her ne kadar benim görüşüm farklı ise de, Anayasa Mahkemesinin bu hususta verilmiş olan bir kararı vardır; dolayısıyla, bu kararın uygulanması gerekir demesi lazımken ; hiç o karardan bahsetmeden kendi görüşlerini mahkemeye sunuyor. Sanki, herkes birbiri arasında anlaşmış gibi işleri tıkır tıkır yürütüyorlar.


Erken seçim hazırlığı için harcama yapıldı


- Suçlamada ‘parti kapanacak düşüncesiyle bu paraların kaçırıldığı ve böylelikle yasalara aykırı davranıldığı’ ileri sürülüyor. Bu konudaki düşünceniz nedir?


-Parti kapandı da, nasıl kapandı, bizim partimizi kapatmaları mümkün değildi ki ! Partimizin kapatılması kararını vermeden bir hafta önce, bizim sigortamız olan bir maddeyi Anayasa Mahkemesi iptal etti de partimizi kapattı. O madde orada olduğu sürece bizim partimizi kapatmak mümkün değildi ki.


Öte yandan 1997 yılı Haziran ayı, biliyorsunuz, çok hareketli bir aydı. Hükümet istifa etti, edecek... Tansu Çiller başbakan olacak; ama, nasıl olacak? Erken seçime gitmek gerekir...


İşte, biz, bu duruşmalar esnasında dedik ki, bir erken seçim olayı var. Bir erken seçim olayı dolayısıyla partinin Haziran ayından itibaren elbette illere, yine para gönderme mecburiyeti hâsıl oldu. Erken seçim konusunda ki bu savunmamızı ispat için, yani, sözlerimizdeki samimiyeti ortaya koyabilmek için mahkemenin önüne, 1997 yılında özellikle mayıs ve haziran aylarında bütün yazılı medyada çıkmış olan seçimle ilgili haber başlıklarını liste haline getirdik, hâkimin önüne koyduk.


Bakınız, Rıza Ulucak 22.6.1997 tarihinde ne diyor “Refah Partisi seçime hazır.” Demek ki, biz, Refah Partisi olarak, seçim için bir masraf yapmaya, illere para göndermeye başlamışız. Genel merkezde bayrak bastırıp depolamışız, afiş bastırmışız; seçim hazırlıklarına başlamışız. Bütün bu deliller mahkemeye ibraz edilmiştir.


Yargıtay böyle bir kararı nasıl onar?


-Bu resmi belgeler karşısında mahkeme böyle bir kararı nasıl verdi? Peki Yargıtay’daki yargılama sırasında da mı görülmedi bu belgeler?


- Bütün bu gerçeklere rağmen, mahkeme kararının 60. sayfasında ne deniliyor biliyor musunuz; “illerden gelen cevaplarda, partinin 1997’de hiçbir faaliyette bulunmadığı anlaşılmıştır” deniliyor.


Bu nasıl bir tespittir?! İllerden gelmiş bu kadar yazı, bizim ortaya koyduğumuz belgeler apaçık ortada durup dururken, böyle bir hükme, bir kanaate bir hâkim nasıl varabilir; varmış. Peki, hâkim varmış da, Yargıtay böyle bir kararı nasıl onamış?!


- Mahkemeye sözkonusu paraların teslim edildiğine dair gelir makbuzları sunuldu. Yani il başkanı ve muhasipleri bu parayı aldıklarına dair imza atmışlar. Ancak bu makbuzlar niçin kabul edilmedi?


-Efendim, sizin dosyanızda 139 tane gelir makbuzu var; evet; bu gelir makbuzları sahte... Sahteyse, o zaman, grafolojik inceleme, imza incelemesi yaptırın. Bir sahte evrak tanziminde mahkemenin zorunlu olarak başvurması gereken normal yollardan biri bu değil mi; evet.


Bu makbuzların hepsi gitmiş Jandarma Genel Komutanlığının Grafoloji Dairesine. Orada incelenmiş. 139 tane gelir makbuzunun 127 tanesinin imzalarının sanıklara ait olduğu zapta geçmiş; grafoloji raporu burada. 127 tane makbuzun imzalarının sanıklarının elinin mahsulü olduğu kabul edilmiş. 12 makbuzdaki imza farklıdır diyor, rapor.


Farklılığının sebebi de şu: İl başkanı adına düzenlenmiş makbuz; ama, il başkanı gelememiş, muhasip gelmiş, parayı almış gitmiş, il başkanı yerine muhasip imza atmış. İl başkanı da, duruşmalarda, evet, bu parayı aldık demiş açıkça; yani, o imzaları tekabbül etmiş. Şimdi, böyle bir durumda mahkemenin varacağı kanaatin, sahte evrak tanzimi iddiası varit değildir şeklinde olması lazım.


- Peki bu makbuzların hepsi mi sahte kabul ediliyor?


-Ama, bu 12 makbuzdaki imza farklılığını, hâkim, koz olarak alıyor “ bu 12 makbuzdaki imza farklılığı, diğer 127 tane makbuzun da sahte olarak düzenlendiğini anlatır” diyor. Nerede kaldı cezaların şahsiliği prensibi ?!


Ki bu prensibe göre her sanık kendi suçundan cezalandırılır. Başkası suç işlemişse, suçsuz olan insanlar neden cezalandırılıyor? Yani, bu dava öyle bir dava ki, bizim bu davayla ilgili bugüne kadar konuşmamamız, sonunda adaletin tecelli edeceğine olan inancımızdan; ama, şimdi işin sonuna vardığımız zaman, bu neden böyle oluyor; onu daha sonra açıklayacağım.


Faturadaki küp şeker raporda buğday olmuş


- Yargılama esnasında çok değişik haberler çıktı. Maliye raporlarında bazı illerde partiye buğday, yem gibi şeylerin alındığı ileri sürülüyor. Gerçekten teşkilatlara buğday ve yem alınmış mı?


-Burada çok enteresan bir durum var. Önce davaya, sonra karara mesnet yapılan Maliye raporunun 24. sayfasında şöyle bir ifade var. Bu ifadede diyor ki, Erzincan’da Cevdet Başakın’dan şu tarih ve şu numaralı faturayla buğday yine Erzincan’da Ömer Müezzinoğlu’nun şu tarih ve şu numaralı faturasıyla da yem satın alınmış. Altında da “bir partinin yemle, buğdayla ne alakası var” diyor; “dolayısıyla, bunlar sahte olarak düzenlenmiş veya bunlar kabul edilemez” diyor.


Şimdi, faturaların fotokopileri burada buyurun, Cevdet Başakın’ın faturası, tarihi de burada, numarası da burada, aynı fatura. Ne alınmış bu firmadan; küp şeker alınmış, yani küp şeker alındığı halde, rapora buğday yazıyor. Niye buğday yazıyor; çünkü, bakın firma buğday pazarındaymış da ondan; düşünebiliyor musunuz.


- Ne alındığı değil de nereden alındığı kayda girmiş.


- Öbüründe ne diyordu; efendim, yem almış diyordu. Bakıyoruz, Müezzinoğlu Ticaret, raporda da yazıyor, burada da, aynı tarih, aynı fatura. Ne alınmış, 120 paket Rize çay alınmış. Çay alınıyor; raporda yem alınmış diyor. Neden; çünkü, bu adam, tuz, un, şeker, kepek, yem ticareti de yapıyormuş; ama, aynı zamanda da Çaykur yetkili bayisi. Faturadaki koskoca Çaykur Bayisi baskısı görülmüyor da küçücük kepek yem yazıları görülüyor ! Raporlar böyle tanzim ediliyor, hesaplar böyle yapılıyor, bu tuzaklar böyle kuruluyor.


- Mahkeme bu delilleri nasıl görmedi? Veya sanıklar ve avukatlar, bunlara açıklık getirmedi mi?


- Tabiki mahkemede susmadık, bağırdık, çağırdık, bunları hâkimin gözlerinin önüne koyduk. Kararda, mutlaka bu savunmalarımız dikkate alınacak diye düşündük; hiçbir şey değişmedi, kararda mahkeme bütün bu savunmaları yok farz etti.






Yok denen firmanın sicil kaydını kendimiz bulduk


- Kararda bazı olmayan şirketlere ait faturalar da olduğu iddia ediliyor. Böyle faturalar var mı?


-Yine kararda çok enteresan bir durumla karşı karşıya geliyoruz. Bakın burada, mahkeme kararının 60 ıncı sayfasında deniliyor ki “Ezginler Et, Tavuk, Canlı Hayvan Sanayii Limited Şirketi tarafından düzenlenen faturaların Vergi Usul Kanunu açısından yapılan araştırmasında böyle bir şirketin varlığına rastlanılmamıştır.” Yani, olmayan bir şirketten sanki fatura almışız, böyle kabul ediyor mahkeme, Maliyenin raporunda da kabul böyle.


Biz, mahkemede bu konuya açıklık getirmek için, bizzat ben, gittim Ankara Ticaret Odasına. Ankara Ticaret Odasının Başkanı, biliyorsunuz, Sinan Aygün Bey. Sinan Bey, dedim. Ezginler Limited Şirketi diye bir şirket var mı Ankara Ticaret Odası sicil kayıtlarında, bunu araştırmanızı, sizden rica ediyorum dedim. Aşağıya talimat verdi. Biraz sonra, görevlendirdiği kişi geriye döndü “evet efendim var” dedi. Var mı; var.


Ben hemen orada bir dilekçe yazdım. Yazmış olduğum dilekçede, bana bu şirketin var olduğuna ve faal olduğuna dair bir belge verin dedim. Onlar da, aşağıya indiler, yarım saat oturdum, yarım saat sonra bana belgeyi getirdiler.


Buyurun, Ankara Ticaret Sicili Memurluğu. Firmanın adı; Ezginler Et ve Canlı Hayvan. Ticaret sicil numarası burada, adresi burada, ondan sonra, sermayesi burada, tescil tarihi 26.4.1996, yani, 1997’de faal olan bir firmadır. Faal diyor burada, bakın. Bunu götürdük hâkimin önüne koyduk. Dedik ki, efendim, siz diyorsunuz ki veya raporda deniliyor ki, böyle bir firma olmadığı halde, bu firmadan fatura getirmişler; buyurun. Bu belgeye rağmen mahkeme kararında olmayan bir firma diye yazıyor.


İşte görüyorsunuz, buğday mı, şeker mi, yem mi, çay mı, Ezginler firması var mı yok mu; bütün bu konularda savunmalar esnasında açıklık getirilmiş; ama, bunların hiçbirisi bir kıymet ifade etmemiş.


Alnından öpülecek hakim üye


- 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 3 üyeden birisi karara muhalefet ediyor. Muhalif üye hangi konulara itiraz ediyor?
-Şimdi, bakın, 9. Ağır Ceza Mahkemesi’ nde üç hâkim var, bir reis var, ikide üye var. Karar ekseriyetle alınmış. Başkan ile bir üyenin vermiş olduğu karar 64 sayfa. Karara muhalif olan üyenin yazmış olduğu muhalefet şerhi 111 sayfa.
Kararda, sanıkların durumu teker teker ele alınması gerekirken bu yapılmamış. O kadar ele alınmamış ki, kararın 28 inci sayfasında, 78 sanığın savunması iki satırlık bir cümleyle değerlendirilmiş. “Erbakan’ın dışındaki 78 sanığın ifade ve durumları benzer niteliktedir, tüm sanıklar benzer ifadeler kullanmışlardır”.


Halbuki, ceza hukukunda, her bir sanığın durumunun, olayın akışı ve illiyet rabıtalarıyla ortaya konulması lazım. Her birinin isimleri belirtilmek suretiyle yukarıdan aşağıya teker teker yazılması lazım.


Bu olması lazım geleni kim yapmış; muhalefet şerhini yazan hâkim yapmış. Muhalefet şerhini yazan hâkim, bu karar yanlıştır demiş ve muhalefet şerhi tam 111 sayfa. Bu 111 sayfanın aşağı yukarı 91 sayfasını her bir ili ve her bir sanığı ayrı ayrı ele almak suretiyle yapmış. İşte ceza hâkimliği budur.


İşte alnından öpülecek hâkim budur. Elbet, o da, muhalefet şerhinde bazı illerin kusurunu görmüş, eksiğini görmüş, noksanını görmüş, bunların da cezalandırılması lazım; ama, şu maddeden cezalandırılması lazım demiş, sahtekârlıktan dememiş, dolandırıcılıktan dememiş; şu kusuru, şu hatayı yapmıştır, Siyasî Partiler Kanununa göre cezalandırılması lazım demiş.


Böyle yargılama görmedim!


- Kararda bazı şahitlerin tanıklıkları sizin aleyhinizde delil gösteriliyor. Bunu siz mi istemiştiniz?
-Şimdi, çok enteresan bir şey daha var. Bakın, şurada, mahkeme kararında, bu iki hâkim kararında şahit beyanları deniliyor, bir, iki, üç, dört, zannediyorum 19 tane şahit ismi var. Bu şahit şunu demiş, bu şahit bunu demiş; güya bu şahitler mahkemede dinlenmiş de hep bizim aleyhimize ifade vermişler gibi bir tablo oluşturuluyor. Bu şahitleri bir hâkim kararına yazıyorsa, bunları ya savcılıkta veya mahkemede, özellikle mahkemede mutlaka dinlenmesi lazım.


Halbuki, bunların hiçbirisi mahkeme de veya naip hakim yoluyla dinlenmedi. Bugün, her hangi bir adlî olayda, bir polis bir tutanak tutmuş, o tutanak mahkemeye intikal etmişse, mahkeme, duruşma esnasında o polisi çağırır, bu tutanaktaki imza senin mi değil mi, olay böyle mi değil mi diye tekrar ifadesini alır; yani, polisin tuttuğu tutanakla hâkim yetinemez. Başbakanlık yapmış bir insanın, 80 ilin muteber insanlarının yargılandığı bir davada, mahkemede dinlenmeyen tanıklar mahkemede dinlenmiş gibi gösteriliyor. Bizim en çok hayret ettiğimiz hususlardan biri Yargıtayın en azından bu kararı bu noktadan bozması gerekirken, bozmuyor; aklınız durur. Ben bu kadar sene avukatlık yaptım, ben böyle bir yargılama görmedim, böyle bir yüksek yargı onaması görmedim.


Mülkün temeli adalet hani nerede?


-Yargılamanın her aşamasında bu hatanın düzeltileceğine olan inancınızı ortaya koydunuz. Yargıtay’da bozulmasını beklediniz. Ama netice ortada. Niçin böyle bir durum ortaya çıktı?


-Demin söyledim, diğer 78 sanık da aynı mahiyette savunmada bulundu. Her bir sanığın savunması ayrı, delilleri ayrı, tanık listeleri vermişler. Şimdi, 78 sanık, bunlar 3’er tane tanık gösterse, 3 kere 78, 234 tanık eder. Bir insan suçsuzluğunu teyit için elbette tanık gösterir. Göstermiş, demiş ki “Genel Merkez’den gelen paraları karar defterimize işledik, hepimiz imzaladık. İlçelere dağıttık onlar da karar defterlerine işlemişler. Defterler Maliyenin elinde, imzalar ortada çağırın sorun, demişler.


Hiçbir şey yapılmamış ! Yazık günah değil mi?! Bu insanlar şimdi yüz kızartıcı bir suçtan dolayı ceza almışlar, birtakım haklardan mahrum kalmışlar. İnsanların şerefleri, haysiyetleri bu kadar ucuz mu?! Nasıl olur bu?!


İnsanların vicdanı sızlamıyor mu?! Bu sanık ne demiş, mahkemede ne demiş, kaç tane tanık dinletmek istemiş, niye dinlememişler? Belgeler ibraz etmiş; niye bu kararlarda yok. Niye her bir sanığın durumu tartışılmamış? Niye muhalefet şerhi koyan tartışıyor da, kararı veren hakimler tartışmıyor? Hadi onlar tartışmadı, Yargıtay’daki hâkimler niye bu vahameti görmüyor? Adalet mülkün temelidir, devletin temelidir diyoruz, hani nerede ?


Fatura sahte değilse gelir makbuzu nasıl sahte olur?


- Aslında paraların nasıl harcandığı belli. Ama bunlara ilişkin fatura ve makbuzları mahkeme kabul etmiyor o zaman, doğru mu?


-Kaçırıldı denilen paralar ortada . Bu paralar karşılığı işler yapılmış, alışverişler yapılmış; 10 bin fatura var. Bu gelir makbuzlarına sahte demek için, önce bu 10 bin faturanın sahte olduğunu ortaya koymak lazım. Bu gelir makbuzları sahte, peki bu faturalar sahte mi; değil. Faturalar sahte değilse, gelir makbuzları nasıl sahte olur?! Sonra, nerede sanıklarının savunmalarında duruşmada ibraz ettiği belgeler?


-Ortada kasti bir durum mu var size göre?


-Biz neler gördük biliyor musunuz bu dosya içerisinde, Maliye memurları şu malî raporu tutmak ve bizim aleyhimize ifade verilmesini sağlamak için, Ankara’dan illere matbu ifade tutanakları gönderiyorlar. Gönderilen ifade tutanakları hep olumsuz ve bizim aleyhimize; “para almadım, işe gitmedim, fatura tanzim etmedim...”şeklinde.
Birisine bunu imzalatmışlar; ama, adam okumuş, ve imzasının üzerine yazmış, demiş ki, yukarıda gitmedim, almadım, yapmadım diye yazıyor; ama, ben hem gittim hem aldım hem yaptım, Bir Maliye Bakanlığı mensubu nasıl buradan böyle yazılar gönderir, talimatlar verir. Ama, dediğim gibi, burada kesin bir amaç var. Nedir amaç ? Menderes’e yapılan Erbakan’a da yapılmak isteniyor.


- Yargının siyasallaştığı her ortamda dile getirilen bir konu. Yakın geçmişte yine tartışma konusu oldu. Siz bu karar bu durumun bir sonucu mu?


- Türkiye’de yargının pozisyonu her zaman tartışılıyor . Yok, dokunulmazlık yok, yargı bağımsızlığı deniliyor. Kanaatimce şu anda Türkiye’de tartışılması ve çözümlenmesi gereken bir numaralı mesele, yargının siyasallaşmış olmasıdır. Bu yargıyı siyasallaşmaktan hep birlikte kurtarmamız lazım. Geçen gün, Yargıtay’da başkanlık yapmış bir zatı ziyarete gittim. Kendisine dedim ki, “Bakın, siz, Yargıtay’da başkanlık yaptınız, ben de Adalet Bakanlığı yaptım. Adalet Bakanlığı yaparken, bütün çabam, yargının, yargı mekanizmasındaki çalışan hâkimlerin, savcıların adaleti en mükemmel şekilde gerçekleştirmesini temin idi; bütün çabam buydu. Siz de Yargıtay başkanı olarak aynı niyeti taşıyan bir kimseydiniz. Şimdi, bu karar var ya, bu karar, eğer düzeltilmeyecek olursa, bundan yargı çok büyük yara alır. Yargı 1960 yılında bir yara aldı. Haksız yere, gereksiz yere bu Türkiye’nin Başbakanını ve iki bakanını astılar. O, adil olmayan bir karardı, tamamen siyasî bir karardı, adaletin gereği olan bir karar değildi. Nasıl 1960’da bu yapıldıysa, şimdi, aynı şey Erbakan’a yapılmak isteniyor. Amaç Erbakan’ı siyasî hayattan uzaklaştırmak...


Hakim ve savcılara niye brifing verildi?


- Söz konusu davanın tek nedeni Necmettin Erbakan’ın siyasi hayatını bitermek mi?
- Tabiî, bütün bunların başlangıcı da, 1997 yılında, Genelkurmayda hâkimlere, savcılara verilen brifingler. O brifingler niye verildi; brifinglerin verilmesindeki birinci gaye, bu Refah Partisini kapatacaksınız; kapatıldı. Kapatılması yetmez; ya, bunların siyasî hayatını bitireceksiniz. İşte, Erbakan’a da, bize de 5’er yıl verdiler; ama, 5 yıl geçti. 5 yıl sonra yeniden siyasete başladığımızı gördüler, o zaman dediler ki, şu türlü veya bu türlü yasaklamakla olmuyor, bunların başına bu davayı açarak öyle bir ceza verelim ki, suçsuz dahi olsalar suçluymuş gibi gösterelim, yüz kızartıcı suçtan mahkûm olanlar siyaset yapamıyor ya, cezayı da böylece verelim , böylece, bunların yollarını kapayalım.


- Necmettin Erbakan ve 78 il yöneticisi hakkındaki bu karar, siyaset ve hukuk tarihinde daha çok konuşulacak. Kararı vicdanı açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?


- Ama, bütün yapılanları yapanlar, bir gün bir yerde mutlaka hesabını verirler. Keşke bu yargı mekanizması bünyesinde bir organ olsa ve harekete geçse de, bizim bu davamızda bu kararı veren hakimleri ve vahim hatalarla dolu olan bu kararı onaylayan daire üyelerini bir yargılasa ve biz, bu üyelerle, bu hâkimlerle, onlar bir taraf, biz bir taraf olarak, şurada anlattıklarımızı bu yüksek hâkim heyeti önünde keşke bir tartışabilsek ve böylece, bir daha, artık, yargı siyasallaşma diye bir riskle karşı karşıya kalmasa. Yazık oluyor Türkiye’ye. "Bir ülkede, yıllarını Türkiye’nin manevî ve maddî kalkınmasına vakfetmiş, Türkiye’nin her köyüne, her ilçesine gitmiş, Türkiye’nin hemen her ilinde bir fabrikanın temelini atmış, ter dökmüş, yollarında toz yutmuş, Türkiye’nin refahı için gece uyumamış, gündüz durmamış, hangi engeli önüne koyarlarsa koysunlar, o engeller önünden kalkar kalkmaz hemen millete hizmete koşmuş ve millete hizmetten, başka düşüncesi olmayan, ne zaman iktidara gelse, Başbakan, Başbakan Yardımcısı olsa, yaptığı hizmetlerin hayrı millet tarafından görülen ve takdir edilen bir insanın böyle bir muameleye maruz bırakılmış olması, hem Türk siyaset tarihi açısından hem de yargı organı açısından gerçekten büyük bir yaradır. " Valiliklerden gelen belgeler nasıl yok sayılır?


- Mahkeme tutanaklarında 1997 yılında partinin hiçbir faaliyet gerçekleştirmediği söyleniyor. Bu doğru mu? O yıl hiçbir faaliyette bulunmadınız mı?


- Hâkim diyor ki “Efendim, siz, 1997 yılında hiçbir faaliyette bulunmamışsınız”. Biz de, hâkime, o zaman, siz, bütün illere yazılar gönderin, valiliklerden, emniyet müdürlüklerinden Refah Partisinin 1997 yılı içinde faaliyette bulunup bulunmadığını sorun demişiz. Bunu derken de şunu belirtmem lazım; partilerin kendi teşkilatları içinde yaptıkları çalışmalar valiliklere, emniyete intikal etmez; ama, 2911 sayılı Kanuna göre yaptıkları toplantılar intikal eder, sorun diyoruz. Mahkeme, bizim bu önerimiz üzerine, bütün illere yazılar yazmış ve bu yazılara cevaplar gelmiş... Bakınız burada, Konya Valiliğinden cevap gelmiş, şu faaliyetlerde bulundu demiş, tam iki sayfa. Bunun arkasından, İçel Valiliğinden cevap gelmiş, şu faaliyetlerde bulundular demiş, bunlar yazılı. Bunlar mahkeme dosyasında var. Diyarbakır Valiliğinden cevap gelmiş, hangi faaliyetlerde bulunduğumuz burada valilikçe, emniyetçe bildirilmiş. İzmir Valiliğinden cevap gelmiş, liste halinde, ne gibi faaliyetlerde bulunduğumuz bildirilmiş. Elazığ’dan gelmiş. Mamak Kaymakamlığından gelmiş. Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş; yani, 40 tane, 45 tane ilden gelmiş. Ayrıca, biz de belgeler vermişiz; halkla kucaklaşma hamleleri yaptık, buyurun programımız demişiz. Yani, mahkemeye yardımcı olmaya çalışıyoruz, gerçeğin ortaya çıkmasına yardımcı olmaya çalışıyoruz.